YARGITAY CEZA GENEL KURULU, 18.06.2019 tarihli ve 537-473 sayılı

Başlatan İçtihat, 04 Şubat 2021, 20:57:30

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

avatar_İçtihat

-2
ÖZET: 12.11.1992 tarihinde yokluklarında verilen beraat kararlarının verildiği tarihten itibaren
üç ay içinde kesinleştirilememesi nedeniyle söz konusu beraat kararları 466 sayılı Kanun uyarınca
açılacak tazminat davaları yönünden 11.02.1993 tarihinde kesinleştirilmiş sayıldığından bu üç aylık
sürenin geçmesinden sonra gerçekleşen 09.01.2012 tarihli cezai anlamdaki kesinleştirmenin 466
sayılı Kanun uyarınca açılacak tazminat davaları yönünden hüküm ifade etmeyeceği, uyuşmazlık
konusu davaların ise beraat hükümlerinin kesinleştirilmiş sayıldığı 11.02.1993 tarihinden itibaren
on yıllık süre geçtikten sonra 09.01.2012 tarihinde açılması karşısında, beraat hükümlerinin anılan
davalar yönünden kesinleştirilmiş sayıldığı tarihten itibaren on yıl içinde açılmayan tazminat
davalarının süresinde açılmaması nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken kısmen kabullerine
karar verilmesi isabetli değildir.
Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken
uyuşmazlık, 466 sayılı Kanun uyarınca tazminat istemine ilişkin davaların süresinde açılıp açılmadığının
belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamından,
Davacılar K.Y. ve A.K. vekillerince 16.01.2012 havale tarihli dilekçeler ile, davacıların G. 2. Ağır Ceza
Mahkemesinde adam öldürme ve 6136 sayılı Kanun’a muhafefet suçları ile adam öldürme suçuna
teşebbüsten yargılandıkları, davacı K.’nin 12.03.1981 tarihinde tutuklanıp 21.06.1984 tarihinde
tahliye edildiği, davacı A.’nın ise 29.09.1981 tarihinde tutuklanıp 01.05.1984 tarihinde tahliye edildiği,
yokluklarında beraat kararı verildiği, kesinleşmiş mahkeme kararlarının kendilerine tebliğ edilmediği
belirtilerek yasal faiziyle birlikte davacı K. için 31.000 TL, davacı A. için 25.000 TL manevi tazminat
talebinde bulunulduğu,
Naip hâkim tarafından düzenlenen 05.12.2012 havale tarihli inceleme raporunda, ilgili evrakın
Mahkemesinden istendiği, gelen cevabi yazı ile evrakın incelenmesinde, davacı K.Y.’nin 12.03.1981
tarihinde tutuklanıp 21.06.1984 tarihinde tahliye edildiği, davacı A.’nın ise 29.09.1981 tarihinde tutuklanıp
01.05.1984 tarihinde tahliye edildiği, davacıların atılı suçlardan 12.11.1992 tarihinde beraat ettiği, beraat
kararının 09.01.2012 tarihinde kesinleştiği yönünde açıklamaların yer aldığı,
G. 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 12.11.1992 tarihli ve .../... sayılı onaylı karar örneğine göre, adam
öldürme ve 6136 sayılı Kanun’a muhalefet suçları ile adam öldürme suçuna teşebbüsten sanık (davacı)
K.Y.’nin 12.03.1981-21.06.1984 tarihleri arasında, sanık (davacı) A.K.’nin ise 29.09.1981-01.05.1984 tarihleri
arasında tutuklu kaldıkları, 12.11.1992 tarihinde yokluklarında delil yetersizliğinden beraatlerine karar
verildiği, karar üzerinde, kararın davacılar vekiline 09.01.2012 tarihinde, katılana 28.12.1992 tarihinde
tebliğ edildiği, davacılar vekilinin 09.01.2012 tarihli dilekçesi ile kararı temyiz etmeyeceklerini bildirerek
kararın kesinleştirilmesini talep ettiği, kararın 09.01.2012 tarihinde kesinleştiği yönünde şerh bulunduğu,
Anlaşılmaktadır.
466 sayılı Kanun hükümleri uyarınca açılacak tazminat davalarının hukukumuza girişi ve hukuki
niteliğine değinilmek suretiyle uyuşmazlık sağlıklı bir şekilde çözümlenebilecektir.
Haksız ve hukuka aykırı olarak yakalanan veya tutuklanan kimselere tazminat ödenmesi esası,
ülkemizde ilk kez 1961 Anayasası’nda düzenlenmiş, 30. maddesinde, yakalama ve tutuklamanın hangi
hâllerde söz konusu olacağı açıklandıktan sonra maddenin son fıkrasında, 'Bu esaslar dışında işleme tâbi
tutulan kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar kanuna göre Devletçe ödenir' hükmü yer almıştır.
1961 Anayasası’nda yer alan bu düzenleme doğrultusunda, 15.05.1964 tarihli Resmî Gazete’de
yayımlanarak yürürlüğe giren 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat
Verilmesi Hakkındaki Kanun’un 1. maddesinde 7 bent hâlinde, tazminatı gerektiren hâller ayrıntılı
olarak düzenlenmiş, 466 sayılı Kanun’un 1. maddesinin 8. bendinde yer alan, aynı tür suçtan mahkûm
olanlar, itiyadi suçlular ve suç işlemeyi meslek veya geçinme vasıtası hâline getirenlerin tazminat
isteyemeyeceklerine ilişkin hüküm 18.01.1991 tarihli ve 20759 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 3696
sayılı Kanun ile kaldırılmıştır.
Haksız yakalanan ve tutuklanan kimselere tazminat ödenmesi esası 1982 Anayasası’nda da
sürdürülmüş ve 19. maddesinde yakalama ve tutuklama şartlarına işaret edildikten sonra maddenin son
fıkrasında, 'Bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, kanuna göre, Devletçe
ödenir' hükmüne yer verilmiştir.
Anılan hüküm bu kez 17.10.2001 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4709 sayılı
Kanun’un 4. maddesi ile, 'Bu esaslar dışında bir işleme tâbi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat
hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir' şeklinde değiştirilmiştir.
Devletimizin tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesinde de kişilerin
özgürlüğünün hangi hâllerde sınırlandırılabileceği belirlenmiş ve maddenin son fıkrasında bu şartlara
aykırı davranılması hâlinde mağdur olan herkesin tazminat istemeye hakkı olduğu esası kabul edilerek,
bireyin keyfi olarak özgürlüğünden yoksun bırakılmasının engellenmesi amaçlanmıştır.
1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun Yürürlük ve
Uygulama Şekli Hakkındaki Kanun’un 18. maddesi ile 07.05.1964 tarihli ve 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan
veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun yürürlükten kaldırılmış ve 5271 sayılı
Kanun’un Yedinci Bölümünde, Koruma Tedbirleri Nedeniyle Tazminat ana başlığı altında, 141 ila 144.
maddelerinde, tazminat isteme şartları ve sonuçları yeniden kapsamlı bir şekilde düzenlenmiş ise de,
5320 sayılı Kanun’un 6. maddesindeki,
'(1) Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 141 ilâ 144 üncü maddeleri hükümleri, 1 Haziran 2005 tarihinden
itibaren yapılan işlemler hakkında uygulanır.
(2)Bu tarihten önceki işlemler hakkında ise, 7.5.1964 tarihli ve 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya
Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun hükümlerinin uygulanmasına devam olunur'
hükmü uyarınca, 466 sayılı Kanun hükümleri 1 Haziran 2005 tarihinden önce gerçekleşen işlemler
yönünden uygulanmaya devam edecektir.
Davaya konu işlem tarihi itibarıyla uygulanması gereken 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya
Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun’un 1. maddesi,
'1. Anayasa ve diğer kanunlarda gösterilen hal ve şartlar dışında yakalanan veya tutuklanan veyahut
tutukluluklarının devamına karar verilen,
2. Yakalama veya tutuklama sebepleri ve haklarındaki iddialar kendilerine yazılı olarak hemen
bildirilmeyen,
3. Yakalanıp veya tutuklanıp da kanuni süresi içinde hakim önüne çıkarılmayan,
4. Hakim önüne çıkarılmaları için kanunda belirtilen süre geçtikten sonra hakim kararı olmaksızın
hürriyetlerinden yoksun kılınan,
5. Yakalanıp veya tutuklanıp da bu durumları yakınlarına hemen bildirilmeyen,
6. Kanun dairesinde yakalandıktan veya tutuklandıktan sonra haklarında kovuşturma yapılmasına veya
son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına veyahut beraetlerine veya ceza verilmesine mahal olmadığına
karar verilen,
7. Mahkum olup da tutuklu kaldığı süre hükümlülük süresinden fazla olan veya tutuklandıktan sonra
sadece para cezasına mahkum edilen kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar, bu kanun hükümleri
dairesinde Devletçe ödenir' hükmünü içermektedir.
Kişilerin suçluluğu mahkeme kararı ile kesinleşmeden önce uygulanan yakalama ve tutuklama gibi
koruma tedbirleri, bazen bir kısım zararların meydana gelmesine de neden olabildiğinden, hürriyetten
yoksun kalanların haklarının teslim edilmesi amacıyla bu tedbirlerin uygulanması sonucu meydana gelen
zararların tazminine yönelik olarak söz konusu düzenleme öngörülmüştür.
Öğretide yer alan yaygın görüşe göre, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına
nazaran, kural olarak Devletin yargılama faaliyetinden dolayı mali sorumluluğu kabul edilmemekte,
ancak kanun ile düzenleme yapılması hâlinde tazminat verilebileceği belirtilmektedir. Yakalama ve
tutuklamanın haksızlığını giderici bir müessese olan tazminat sisteminin hukuki niteliği de tartışmalıdır.
Haksız yakalanan ve tutuklanan kişilere karşı devletin tazminat sorumluluğunun dayanağı, farklı teorilere
dayandırılmış şahsi kusur, yardım, kusursuz sorumluluk, haksız fiil, risk teorisi veya organ teorisi gibi
kavramlarla açıklanmaya çalışılmıştır.
Hâkimlerin hukuki sorumluluklarını düzenleyen 6100 sayılı HMK’nin 46. maddesindeki genel kuralın
tazminatın dayanağı olduğu görüşü şahsi kusur teorisini açıklamış, haksız yakalanan veya tutuklanan
kişilere ödenen paranın tazminat değil devletin bu kişilere yardımı olduğunu ileri süren görüş de
yardım teorisini ortaya koymuştur. Risk teorisi ise, toplumda herkesin kanun dışı yakalanma veya
tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıya bulunmakla beraber, uygulamada ancak bazı kişilerin haksız olarak
tutuklandığına, kamu düzeni faydası için bazı kimselerin zarar görebildiğine, bu zararın toplum tarafından
giderilmesi gerektiğine işaret etmiştir. Devletin kendisine organik olarak bağlı olan organlarının yaptığı
işlemlerden doğan zarardan sorumluluğu da organ teorisi ile açıklanmıştır.
Haksız fiil teorisine göre ise, hukuk düzeninin uygun bulmadığı, hukuka, kanuna, örf ve adete
aykırı olan zarar verici filler haksız filler olup tazminat isteme hakkını doğuracaktır. Haksız fiile dayanan
sorumluluk hukukunda da, kişinin hukuka aykırı ve kusurlu eylemleri ile sebep olduğu zarardan
sorumluluğunu ifade eden kusur ilkesi ve kusuru aranmaksızın sadece kendisinin zarara sebep olması
hâlinde zarardan sorumluluğunu ifade eden sebebiyet ilkesi olarak iki ilke ortaya çıkmaktadır.
Diğer taraftan, adalet hizmetinin yürütülmesi sırasında bir zarar doğmuşsa kusurlu olup olmadığına
bakılmaksızın devletin sorumlu tutulması gerektiği görüşü de kusursuz sorumluluk teorisi ile açıklanmıştır.
Bu konuda öğretide '466 sayılı Kanun’da öngörülen maddi ve manevi tazminatlar, hâkimlerin görevlerini
yaparken kasıtlı olmayan fakat hizmet kusuru olarak nitelendirilebilecek hatalı davranış ve kararları ya da
ihmali hareketleri ile haksız yakalama veya tutuklamaya sebep olduklarının anlaşılması üzerine devletin
objektif sorumluluğunun kabul edilmesi nedeniyle ortaya çıkan tazminatlardır' (Hasan Köroğlu, Haksız
Tutuklama Tazminatı, Adil Yayınevi, Ankara 1996, s.21.) şeklinde görüş de mevcuttur.
466 sayılı Kanun’un gerekçesinde de, '...yakalanmaları ve tutuklanmalarında kanuna uymayan bir cihet
bulunmamakla beraber bilahare haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturmanın açılmasına yer
olmadığına veyahut beraatlerine karar verilerek bu suretle tutuklanmaları veya yakalanmalarının haksızlığı
meydana çıkmış olanların da Devletten tazminat isteyebilecekleri ve bu tazminatın hukuki mesnedinin
de objektif mesuliyet esasına istinat ettiği netice ve kanaatine varılmaktadır' açıklamasına yer verilmiştir.
Öte yandan, Ceza Genel Kurulunun 23.11.2004 tarihli ve 177-203 sayılı kararında ise, 466 sayılı Kanun’a
dayalı tazminatlarda, her türlü sorunun, öncelikle bu Kanun normlarıyla çözümlenmesi gerektiği, açıklık
bulunmayan ahvalde 'tazminat hukuku' kıyaslamasına başvurulacağı, fiilin en ziyade 'haksız fiil' benzeri
olduğu gözetilerek çözüme ulaşılacağı vurgulanmıştır.
Haksız yakalama ve tutuklama nedeniyle tazminat davalarının hukukumuzdaki tarihsel süreci ve
hukuki niteliğine ilişkin bu genel açıklamalardan sonra 466 sayılı Kanun hükümlerine göre açılacak
tazminat davalarında azami bir dava açma süresinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.
466 sayılı Kanun’un 2. maddesinin birinci fıkrasında, '1 nci maddede yazılı sebeplerle zarara uğrayanlar,
kendilerine zarar veren işlemlerin yapılmasına esas olan iddialar sebebiyle haklarında açılan davalar
sonunda verilen kararların kesinleştiği veya bu iddiaların mercilerince karara bağlandığı tarihten itibaren üç
ay içinde, ikametgahlarının bulunduğu mahal ağır ceza mahkemesine bir dilekçeyle başvurarak uğradıkları
her türlü zararın tazminini isteyebilirler' hükmü yer almakta olup maddede belirtilen üç aylık dava açma
süresinin, davacı hakkında açılan ve beraatle sonuçlanan ceza davasının kesinleştiğinin tebliği veya bu
kesinleşmenin öğrenilmesinden itibaren başladığı kabul edilmektedir.
Gerçekten 466 sayılı Kanun hükümlerine göre tazminat davalarının süresinde açılıp açılmadığına
ilişkin uyuşmazlıklar Ceza Genel Kurulunun gündemine defalarca gelmiş ve istikrarlı bir şekilde, Kanun’un
2. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen üç aylık dava açma süresinin, 21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı Yargıtay
İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, davacı hakkında açılan ve beraatle sonuçlanan ceza davasının
kesinleştiğinin tebliği veya bu kesinleşmenin öğrenilmesinden itibaren başladığı kabul edilmiştir.
01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK’nın 'Tazminat isteminin koşulları' başlıklı 142.
maddesinin 1. fıkrasında yer alan, 'Karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay
ve her hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat isteminde bulunulabilir'
şeklindeki düzenlemeyle tebliğden itibaren üç ay ve her hâlde kesinleşme tarihinden itibaren bir yıl
içinde tazminat talebinde bulunulabileceği hüküm altına alınmıştır.
818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 'Müruru zaman' başlıklı 60. maddesinde, zarar gören tarafın zararı ve
failini öğrenme tarihinden itibaren bir yıl ve her hâlde fiilin vukuundan itibaren on yıl, 01.07.2012 tarihinde
yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 'Zamanaşımı' başlıklı 72. maddesinde de, zarar
görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yıl ve her hâlde fiilin işlendiği
tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle tazminat isteminin zamanaşımına uğrayacağı belirtilmiştir.
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 13. maddesinde ise, idari eylemlerden hakları ihlal
edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle
öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her hâlde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye
başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gerektiği düzenlenmiştir.
Görüldüğü gibi, söz konusu Kanunlar uyarınca açılacak davalarda tebliğ ya da öğrenmeden başlayan
asıl sürenin yanında eylem ya da işlem tarihinden itibaren azami dava açma süreleri öngörülmüş, 2004
sayılı İcra İflas Kanunu’nun 39. maddesinde ise, ilama dayanan takibin, son muamele üzerinden on sene
geçmekle zamanaşımına uğrayacağı hüküm altına alınmıştır.
466 sayılı Kanun hükümlerine göre açılacak tazminat davaları için de, 2. maddede belirtilen ve beraat
hükmünün kesinleşmesinin tebliğinden veya öğrenilmesinden itibaren işleyen üç aylık sürenin dışında
esas alınacak makul azami bir süre kabul edilmelidir. Özellikle 1982 Anayasası’nın 'kişi hürriyeti ve güvenliği'
ile ilgili olup tutuklama şartları ve haksız tutuklama işlemlerinden de bahsedilen 19. maddesinde yapılan,
'bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine
göre, Devletçe ödenir' şeklindeki değişiklikten sonra, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre on
yıllık azami bir sürenin kabul edilmesi, hak arayışlarının kötüye kullanılacak biçimde süresiz kılınmasını
önleyebileceği gibi adalet ve nasafet kurallarına da uygun ve isabetli olacaktır. Böylece, haksız yakalama
ve tutuklama nedeniyle tazminat davalarına da hukukumuzdaki diğer tazminat davalarındaki gibi dava
açmak için azami süre şartı getirilecek ve beraat ile sonuçlanmış ceza dava dosyalarının kesinleşmesinden
sonra süresiz olarak 466 sayılı Kanun’a göre dava açma keyfiliğinin de önüne geçilecektir.
Nitekim Ceza Genel Kurulunun 07.02.2019 tarihli ve 634-76 sayılı, 13.11.2018 tarihli ve 768-528 sayılı,
30.10.2018 tarihli ve 772-487 sayılı, 23.02.2016 tarihli ve 582-85 sayılı, 06.05.2014 tarihli ve 141-229 sayılı,
yine 06.05.2014 tarihli ve 122-231 sayılı kararlarında da beraat hükmünün kesinleştiğinin tebliğinden veya
öğrenilmesinden itibaren üç ay ve her hâlde kararın kesinleşmesinden itibaren on yıl içinde açılmayan
tazminat davalarının süresinde açılmadığının kabulü gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.
Uygulamada, yoklukta verilen bazı beraat kararlarının uzun sayılabilecek süreler boyunca
kesinleştirilemediği görülmektedir. Bu husus da, 466 sayılı Kanun uyarınca açılan tazminat davalarının
süresinde açılıp açılmadığının tespiti açısından çözümü zor sorunlara yol açmakta, yukarıda sözü edilen
üç aylık ve on yıllık sürelerin hesabında beraat hükmünün cezai anlamda kesinleştiği tarihin esas alınması
bazı durumlarda hakkaniyete aykırı sonuçların ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Bu nedenle,
yoklukta verilen beraat kararlarının cezai olarak kesinleşmesi haricinde hukuk davası niteliği ağır basan
466 sayılı Kanun uyarınca açılacak tazminat davaları açısından ayrı bir kesinleşme tarihi kabul etmenin
mümkün olup olmadığı hususunun değerlendirilmesi gerekmektedir.
Bunun için de öncelikle, 21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı Yargıtay içtihadı birleştirme kararına ayrıntılı
olarak değinilmesinde fayda vardır.
21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı Yargıtay içtihadı birleştirme kararında,
'...1964 yılında kabul edilerek yürürlüğe giren 466 sayılı Yasa’nın on yıllık uygulaması, bu yasada yer alan
tazminat isteme hakkının kullanılmasında karşılaşılan güçlükler nedeniyle ihtiyaçlara ve toplumsal gerçeklere
göre işin ele alınması gerekliliğini ortaya koymuştur.
Her ne kadar yasanın ikinci maddesinin ilk fıkrasında, birinci maddedeki haksız tutuklama ve benzeri
nedenlerle zarara uğrayanların, haklarındaki kararların kesinleştiği tarihten başlayarak üç ay içinde tazminat
isteyebilecekleri belirtilmiş ise de, yasa koyucu burada ilgilinin bilgi kapsamı içinde bulunan bir kesinleşmeyi
kastetmiştir. Aksi halde, bilinmeyen bir karara dayanılarak bir hakkın aranması veya istenmesi durumu ortaya
çıkar ki, bu düşünce olarak dahi kabul edilemez. Bu durumda, yasadaki kesinleşmiş karar sözünü, ilgilinin
haberdar olduğu kesin karar anlamında yorumlamak gerekir. Yokluğunda verilmiş bir kararın kendisine tebliğ
edilmemesi hâlinde ilgilinin yasadan doğan tazminat isteme hakkını kullanması eylemli olarak olanaksız
bir hâle gelecek ve ilgililer bu konuda, yasanın amacı dışında bir takım güçlüklerle karşılaşarak haklarından
yoksun kalacaklardır.
Böyle olunca, 466 sayılı Yasa’daki üç aylık başvurma süresinin tebliğ tarihinden, yani beraat eden
kişinin kesinleşmeyi öğrendiği tarihten başlatılması gerekir. Çünkü başvurma, ilgilinin hakkındaki kararın
kesinleştiğini öğrenmesi ile mümkün olacaktır. Bu nedenlerle bir süre tutuklu kalıp salıverildikten sonra
yokluğunda verilen berat hükümlerinin anılan Yasa uygulaması yönünden mahkemelerce sanıklara tebliği
zorunludur.
Öte yandan beraat kararlarının Yargıtayca onanması halinde ve CMUK’un 322. maddesi uyarınca
Yargıtayın davanın esasına hükmederek doğrudan doğruya beraat kararı vermesi durumunda bu
kararların Yerel Mahkemelerce ilgililerine tebliğ edilmesi gerektiği kabul edilmiştir.' şeklinde gerekçelere
yer verilmiş olup bu karar gereğince,
Yasa dışı yakalanan veya tutuklanan kişilere tazminat verilmesi hakkındaki 466 sayılı Kanun’un
uygulanması yönünden, Yerel Mahkemelerce sanıkların yokluğunda hükmolunan beraat kararları ile
Yargıtayca onanan ya da 1412 sayılı CMUK’un 322. maddesi uyarınca verilen beraat kararlarının ilgili
sanıklara tebliği gerekmekte olup 466 sayılı Kanun’un 2. maddesinde öngörülen 3 aylık süre de bu
tebliğle başlayacaktır.
466 sayılı Kanun uyarınca tazminat davasının açılması, ilgili kişi hakkındaki beraat kararının
kesinleşmesi ile mümkün olacaktır. Verildiği tarih itibarıyla temyiz kanun yoluna tabi olan beraat kararları
yüze karşı verilmiş ise verildiği tarihten itibaren, yoklukta verilmiş ise yapılan tebliğden itibaren temyiz
için öngörülen sürenin temyize başvurulmadan geçirilmesi ya da ilgilinin temyize başvurma hakkından
feragat etmesi durumunda kesinleşecektir. Temyiz edilen beraat kararları ise Yargıtay tarafından onandığı
tarih itibarıyla kesinleşmiş olacaktır. Her ne kadar 21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı içtihadı birleştirme
kararında sanıkların yokluğunda hükmolunan beraat kararlarının tebliği ile 466 sayılı Kanun’un 2.
maddesinde öngörülen üç aylık sürenin başlayacağı belirtilmiş ise de 466 sayılı Kanun’un 2. maddesi
uyarınca beraat kararlarının kesinleşmesinden itibaren üç aylık süre içinde tazminat istenebilecek
olması, içtihadı birleştirme kararının gerekçesinde de üç aylık sürenin beraat eden kişinin kesinleşmeyi
öğrendiği tarihten itibaren başlatılması gerektiğinin vurgulanması karşısında, kesinleşmemiş bir karar
açısından dava açılamayacağından üç aylık sürenin başlangıcının yoklukta verilen beraat kararının tebliği
ile değil tebliğden sonra yasa yoluna başvurma süresinin sona erip hükmün kesinleşmesinden itibaren
başlayacağı izahtan varestedir.
Öte yandan, 466 sayılı Kanun uyarınca tazminat istemeye hakkı olan kişilerin haklarındaki davanın
akıbetini takip etmek için gerekli özeni gösterme yükümlülüklerinin olduğu, bu yükümlülük kapsamında
haklarında verilen kararları takip konusunda gerekli özeni göstermeleri gerektiği kabul edilmelidir.
İlgililerin kararları takip konusunda gerekli özeni göstermedikleri durumlarda makul bir süre sonunda
yoklukta verilen beraat kararları 466 sayılı Kanun gereğince açılacak tazminat davaları açısından
kesinleştirilmiş sayılmalıdır. Böyle bir çözüm, yoklukta verilip de tebliğ edilmeyen ya da edilemeyen
ve cezai anlamda uzun yıllar boyunca kesinleştirilemeyen beraat kararlarının sanık ya da müdafisince/
vekilince mahkemeye müracaatla tebliğinin sağlanıp kesinleştirilmesinden sonra 4721 sayılı Türk
Medeni Kanunu’nun 2. maddesindeki 'Herkes haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük
kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz' şeklindeki
emredici düzenlemeye aykırı olacak şekilde 466 sayılı Kanun uyarınca tazminat davaları açılmak suretiyle
söz konusu Kanun’da düzenlenen tazminat isteme hakkının kötüye kullanılmasının önüne geçeceği
gibi Maliye Hazinesinin hak sahibi hayatta olduğu sürece tazminat tehdidi altında kalması belirsizliğini
de bertaraf edecektir. Bu bağlamda, üç aylık bir sürenin makul bir süre olacağı, yoklukta verilen beraat
kararlarının bu süre içinde kesinleştirilemediği durumlarda söz konusu kararların 466 sayılı Kanun uyarınca
açılacak tazminat davaları açısından verildiği tarihten itibaren üç ayın sonunda kesinleştirilmiş sayılması
gerektiği, bu üç aylık süreden sonraki cezai anlamdaki kesinleştirmelerin 466 sayılı Kanun uyarınca
açılacak tazminat davaları açısından hüküm ifade etmeyeceği, üç ayın sonunda kesinleştirilmiş sayılan
bu kararların sanığa ya da vekiline tebliği durumunda 466 sayılı Kanun’un 2. maddesinde öngörülen üç
aylık sürenin bu tebliğden itibaren başlayacağı, bahse konu davaların her hâlde yoklukta verilen beraat
kararının verildiği tarihten üç ay sonrasında kesinleştirilmiş sayılmasından itibaren on yıl içinde açılması
gerektiği kabul edilmelidir. Bununla birlikte, yoklukta verilen beraat kararlarının verildiği tarihten itibaren
üç ay sonrasında kesinleştirilmiş sayılması yalnızca, 1982 Anayasası’nın 4709 sayılı Kanun’un 4. maddesi
ile değişik 19. maddesinin son fıkrasındaki uğranılan zararların tazminat hukukunun genel prensiplerine
göre Devletçe ödeneceğine ilişkin düzenleme de gözetildiğinde hukuk davası yönü ağır basan 466 sayılı
Kanun uyarınca açılacak tazminat davaları açısından söz konusu olacak olup bu kesinleştirilmiş sayılma
beraat kararının cezai yönden kesinleştirilmesi anlamına da gelmeyecektir.
Bireysel başvurunun süresinde olup olmadığına ilişkin Anayasa Mahkemesince verilen 25.02.2016
tarihli ve 2013/4690 başvuru numaralı kararda da, başvurucuların bireysel başvuruda bulunmak için
davalarını takip etmekte gerekli özeni gösterme yükümlülüklerinin olduğu, bu yükümlülük kapsamında
ilk derece mahkemesine ulaşan nihai kararın gerekçesini öğrenme konusunda gerekli özeni göstermeleri
gerektiği, ceza yargılamalarında nihai kararın tebliğ edilmediği durumlarda kararın derece mahkemesine
ulaşmasından ve gerekçesinin erişilebilir olmasından sonra özen yükümlülüğü kapsamında makul
bir süre içinde gerekçeyi öğrenmelerinin bekleneceği belirtilerek bu kapsamdaki makul sürenin üç ay
olduğu, otuz günlük bireysel başvuru süresinin de üç aylık sürenin sona ermesinden itibaren başlayacağı
kabul edilmiştir.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde,
Adam öldürme ve 6136 sayılı Kanun’a muhalefet suçları ile adam öldürme suçuna teşebbüsten
sanık konumunda olan davacı K.Y.’nin 12.03.1981-21.06.1984 tarihleri arasında, A.K.’nin ise 29.09.198101.05.1984
tarihleri arasında tutuklu kaldıkları, G. 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yapılan yargılama
sonucunda 12.11.1992 tarih ve .../... sayı ile yokluklarında delil yetersizliğinden beraatlerine karar
verildiği, gerekçeli karar üzerinde kararın davacılar vekiline 09.01.2012 tarihinde tebliğ edildiği,
davacılar vekilinin 09.01.2012 tarihli dilekçesi ile kararları temyiz etmeyeceklerini bildirerek kararların
kesinleştirilmesini talep ettiği ve kararların 09.01.2012 tarihinde kesinleştiği yönünde şerh bulunduğu,
davacılar vekillerince 16.01.2012 havale tarihli dilekçeler ile de uyuşmazlık konusu davaların açıldığı
anlaşılmakla, 12.11.1992 tarihinde yokluklarında verilen beraat kararlarının verildiği tarihten itibaren üç
ay içinde kesinleştirilememesi nedeniyle söz konusu beraat kararları 466 sayılı Kanun uyarınca açılacak
tazminat davaları yönünden 11.02.1993 tarihinde kesinleştirilmiş sayıldığından bu üç aylık sürenin
geçmesinden sonra gerçekleşen 09.01.2012 tarihli cezai anlamdaki kesinleştirmenin 466 sayılı Kanun
uyarınca açılacak tazminat davaları yönünden hüküm ifade etmeyeceği, uyuşmazlık konusu davaların ise
beraat hükümlerinin kesinleştirilmiş sayıldığı 11.02.1993 tarihinden itibaren on yıllık süre geçtikten sonra
09.01.2012 tarihinde açılması karşısında, beraat hükümlerinin anılan davalar yönünden kesinleştirilmiş
sayıldığı tarihten itibaren on yıl içinde açılmayan tazminat davalarının süresinde açılmaması nedeniyle
reddine karar verilmesi gerekirken kısmen kabullerine karar verilmesi isabetli değildir.
Bu itibarla, Yerel Mahkemenin direnme kararına konu hükümlerinin, 466 sayılı Kanun hükümleri
uyarınca tazminat istemine ilişkin davaların süresinde açılmaması nedeniyle reddine karar verilmesi
gerektiğinin gözetilmemesi isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir.
...
   YARGITAY CEZA GENEL KURULU, 18.06.2019 tarihli ve 537-473 sayılı

Benzer Konular (10)