YARGITAY CEZA GENEL KURULU, 28.05.2019 tarihli ve 929-460 sayılı

Başlatan İçtihat, 04 Şubat 2021, 20:42:00

« önceki - sonraki »
avatar_İçtihat

Zabıt kâtibinin reddi veya çekinmesi
MADDE 32. - (1) Bu Bölümde yazılı hükümler zabıt kâtipleri hakkında da uygulanır.
(2) Zabıt kâtibinin reddi veya kendisinin reddini gerektiren sebepleri bildirerek görevden çekinmesi
hâlinde gereken karar, yanında çalıştığı mahkeme başkanı veya hâkim tarafından verilir.
(3) Aynı işte zabıt kâtibinin hâkim ile birlikte reddi istemi hakkında veya çekinmelerine karar verecek
merci, hâkime göre belirlenir.
Kararların verilmesi usulü
MADDE 33. - (1) Duruşmada verilecek kararlar, Cumhuriyet savcısı, duruşmada hazır bulunan müdafi,
vekil ve diğer ilgililer dinlendikten, duruşma dışındaki kararlar, Cumhuriyet savcısının yazılı veya sözlü
görüşü alındıktan sonra verilir.
Kararların gerekçeli olması
MADDE 34. - (1) Hâkim ve mahkemelerin her türlü kararı, karşı oy dahil, gerekçeli olarak yazılır.
Gerekçenin yazımında 230 uncu madde göz önünde bulundurulur. Kararların örneklerinde karşı oylar
da gösterilir.
(2) Kararlarda, başvurulabilecek kanun yolu, süresi, mercii ve şekilleri belirtilir.
KARARLAR
-1
ÖZET: Anayasamızın 141 ve CMK’nın 34. maddeleri uyarınca bütün mahkemelerin her türlü
kararlarında olduğu gibi, sanık müdafisinin mesleki mazeretinin reddine ilişkin kararın da gerekçeli
olması ve gösterilen gerekçenin de dosya içeriğine uygun, kanuni ve yeterli gerekçe içermesi
gerektiği, mahkemelerce yasal, yeterli ve geçerli bir gerekçeye dayanılmadan karar verilmesinin
kanun koyucunun amacına uygun düşmeyeceği gibi uygulamada da keyfiliğe yol açacağında kuşku
bulunmadığı, bu bağlamda sanık müdafisinin duruşma günü başka duruşmalarının da bulunması
nedeniyle oturumun başka bir güne ertelenmesi talebine ilişkin Yerel Mahkemece herhangi
bir gerekçe gösterilmeden sanık müdafisinin mazeretinin reddine karar verilerek yokluğunda
mahkûmiyet hükmü kurulmasının, Anayasa’nın 36. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
'adil yargılanma hakkını' düzenleyen 6/3. maddesinin (b) ve (c) bentlerinde yer alan hükümleri göz
önüne alındığında savunma hakkının kısıtlanması niteliğinde olduğu açıktır.
Sanık H.T. hakkında dolandırıcılık suçundan kurulan mahkûmiyet hükmü Özel Dairece onanmak
suretiyle kesinleşmiş olup itirazın kapsamına göre inceleme, sanık Y.D. hakkında dolandırıcılık suçundan
verilen mahkûmiyet hükmü ile sınırlı olarak yapılmıştır.
Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi
gereken uyuşmazlık, sanığa atılı dolandırıcılık suçunun sabit olup olmadığının belirlenmesine ilişkin
ise de, Yargıtay İç Yönetmeliği’nin 27. maddesi uyarınca öncelikle, sanık müdafisinin 11.02.2014 havale
tarihli dilekçesi ile, başka bir mahkemede duruşmasının olması nedeniyle oturuma katılamayacağına
dair bildirdiği mesleki mazeretinin reddine ilişkin Yerel Mahkemece yasal ve yeterli gerekçe gösterilip
gösterilmediği ve bu bağlamda sanığın savunma hakkının kısıtlanıp kısıtlanmadığının değerlendirilmesi
gerekmektedir.
İncelenen dosya kapsamından,
Sanık Y.D. hakkında dolandırıcılık suçundan TCK’nın 157/1 ve 53. maddeleri uyarınca cezalandırılmaları
istemiyle kamu davası açıldığı,
Sanık Y.D.’nin müdafisi olduğuna dair A. 16. Noterliğinden 09.04.2013 düzenlenme tarihli
vekaletnameyi kovuşturma aşamasında 15.05.2013 tarihli oturumda dosyaya sunan Avukat M.Ş.Ö.’nün,
11.02.2014 havale tarihli dilekçeyle, 12.02.2014 tarihinde yapılacak duruşmaya aynı gün A. 12. Asliye Ceza
Mahkemesinin ..../... esas, A. 10. Asliye Ceza Mahkemesinin ..../... esas ve A. 23. Asliye Hukuk Mahkemesinin
..../... esas sayılı dosyalarının duruşmalarında bulunacağını belirterek mazeretinin kabulü ile duruşmanın
başka bir güne bırakılması talebinde bulunduğu, Yerel Mahkemece aynı gün yapılan duruşmada herhangi
bir gerekçe gösterilmeden 'Sanık vekilinin mazeretinin reddine' şeklinde karar verildikten sonra sanık ve
müdafisi Avukat M.Ş.Ö.’nün yokluğunda mahkûmiyet hükmünün kurulduğu,
Sanık müdafisinin 22.07.2011 tarihli temyiz dilekçesinde, mesleki mazeretinin hiçbir gerekçe
gösterilmeden Yerel Mahkemece reddedilerek yokluklarında mahkûmiyet hükmü kurulduğunu ve bu
şekilde savunma haklarının kısıtlandığını belirttiği,
Anlaşılmaktadır.
Ön sorunun isabetli bir şekilde çözüme kavuşturulabilmesi için öncelikle savunma hakkı üzerinde
durulmalıdır.
Oldukça geniş bir kavram olan savunma hakkı, şüpheliyi ve sanığı ilgilendirdiği kadar, bir gün şüpheli
veya sanık konumuna düşebilecek toplumda yaşayan herhangi bir ferdi, dolayısıyla da toplumu ve yine
adaleti sağlama yükümlülüğü bulunan Devleti ilgilendirmektedir. Çünkü ceza yargılamasında savunma,
yargılamanın sonucunda verilen ve iddia ile savunmanın değerlendirilmesinden ibaret olan, hükmün
doğru olmasını sağlar. Bu yönüyle, geniş bir bakış açısı ile değerlendirilmesi gereken savunma hakkı,
susma, soru sorma, kendi aleyhine işlemlere katılmama, tercümandan yararlanma, kanıtların toplanmasını
isteme, duruşmada hazır bulunma… gibi hakların yanında müdafiden yararlanma hakkını da içerir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 'Temel haklar ve ödevler' bölümünde yer alan 36. maddesinde
savunma hakkı, 'Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı
veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.' şeklinde düzenlenmiş olup
'Temel hak' niteliğine uygun olarak savunma hakkı verilmemesi veya savunma hakkının sınırlandırılması
durumunda verilen karar hukuka aykırı olacaktır. Buna göre, sanığın ceza muhakemesindeki en önemli
haklarından birisi, yargı mercilerince her aşamada nazara alınması gereken savunma hakkıdır. Anayasa ve
uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmış olan bu hakkın herhangi bir nedenle sınırlandırılması da
mümkün değildir. Nitekim 5320 sayılı Kanun’un 8. maddesinin birinci fıkrası uyarınca karar tarihi itibarıyla
uygulanması gereken Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 308. maddesinin 8. fıkrasına göre savunma
hakkının sınırlandırılması mutlak bozma nedenlerindendir.
Savunma, Anayasamızın 36. maddesiyle anayasal güvence altına alınan meşru bir yol, müdafi de
savunmanın meşru bir aracıdır. Dolayısıyla söz konusu hüküm, müdafi aracılığı ile savunulmayı da anayasal
güvence altına almaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 'Adil yargılanma hakkını' düzenleyen 6.
maddesinin 3. fıkrasının b ve c bentlerinde de,
'Her sanığın en azından.
b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak,
c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir avukatın yardımından yararlanmak…' hakkına sahip
olduğu belirtilmiştir. Buradan çıkarılması gereken sonuç, savunma hakkının, temel insan hakları arasında
yer alan hak arama özgürlüğünün bir gereği olduğu ve avukatın yardımından yararlanma hakkının
da, savunma hakkından ayrı düşünülemeyeceği gerçeğidir. Anılan sözleşme hükümlerinde sanığın
en azından kendi kendini savunma hakkı bulunduğu belirtilmekle, mahkeme huzurunda doğrudan
savunmasını yapabilmesi için duruşmada hazır bulunma hakkının varlığı da zımnen kabul edilmiştir.
Gelinen bu noktada mahkeme kararlarının gerekçeli olması hususuna da değinilmesinde fayda
bulunmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 'Duruşmaların açık ve kararların gerekçeli olması' başlıklı 141.
maddesinin üçüncü fıkrası, 'Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır.' şeklinde
düzenlenmiştir.
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 'Kararların gerekçeli olması' başlığını taşıyan 34.
maddesinin birinci fıkrasında, 'Hâkim ve mahkemelerin her türlü kararı, karşı oy dâhil, gerekçeli olarak yazılır.
Gerekçenin yazımında 230. madde göz önünde bulundurulur. Kararların örneklerinde karşı oylar da gösterilir.',
'Hükmün gerekçesinde gösterilmesi gereken hususlar' başlıklı 230. maddesinde,
'1) Mahkûmiyet hükmünün gerekçesinde aşağıdaki hususlar gösterilir:
a) İddia ve savunmada ileri sürülen görüşler.
b) Delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi, hükme esas alınan ve reddedilen delillerin belirtilmesi,
bu kapsamda dosya içerisinde bulunan ve hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delillerin ayrıca ve açıkça
gösterilmesi.
c) Ulaşılan kanaat, sanığın suç oluşturduğu sabit görülen fiili ve bunun nitelendirilmesi, bu hususta ileri
sürülen istemleri de dikkate alarak, Türk Ceza Kanunu’nun 61 ve 62. maddelerinde belirlenen sıra ve esaslara
göre cezanın belirlenmesi, yine aynı Kanun’un 53 ve devamı maddelerine göre, cezaya mahkûmiyet yerine
veya cezanın yanı sıra uygulanacak güvenlik tedbirinin belirlenmesi.
d) Cezanın ertelenmesine, hapis cezasının adlî para cezasına veya tedbirlerden birine çevrilmesine veya ek
güvenlik tedbirlerinin uygulanmasına veya bu hususlara ilişkin istemlerin kabul veya reddine ait dayanaklar.
2) Beraat hükmünün gerekçesinde, 223. maddenin ikinci fıkrasında belirtilen hâllerden hangisine
dayanıldığının gösterilmesi gerekir.
3) Ceza verilmesine yer olmadığına dair kararın gerekçesinde, 223. maddenin üçüncü ve dördüncü
fıkralarında belirtilen hâllerden hangisine dayanıldığının gösterilmesi gerekir.
4) Yukarıdaki fıkralarda belirtilen hükümlerin dışında başka bir karar veya hükmün verilmesi hâlinde
bunun nedenleri gerekçede gösterilir.'
Hükümlerine yer verilmiştir.
Bu bağlamda, Anayasa’nın 141 ile CMK’nın 34 ve 230. maddeleri uyarınca mahkeme kararlarının karşı
oy da dâhil olmak üzere gerekçeli olarak yazılması zorunludur.
Mahkemeler, kararlarını hangi temele dayandırdıklarını yeterince açık olarak belirtme yükümlülüğü
altındadır. Bu yükümlülük, tarafların temyiz hakkını kullanabilmeleri için gerekli olmasının yanı
sıra tarafların, muhakeme sırasında ileri sürdükleri iddialarının kurallara uygun biçimde incelenip
incelenmediğini bilmeleri ve ayrıca demokratik bir toplumda, toplumun kendi adına verilen yargı
kararlarının sebeplerini öğrenmelerinin sağlanması için de gereklidir. (AYM, B.N: 2013/7800, 18.6.2014, &
31, AİHM, Hadjianastassıou/Yunanistan Kararı, 16.12.1993, & 33)
Mahkemelerin davanın taraflarınca ileri sürülen iddia ve savunmalara şeklen cevap vermiş olmaları
yeterli olmayıp, iddia ve savunmalara verilen cevapların dayanaksız olmaması, mantıklı ve tutarlı olması
da gerekir. (AYM, B.N: 2013/7970, 10.06.2015, & 41) Böylece davanın taraflarının mahkeme kararının
dayanağını öğrenerek mahkemelere ve genel olarak yargıya güven duymaları da sağlanacaktır. (AYM,
B.N: 2012/1034, 20/3/2014, & 34)
Öte yandan, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 30.04.1973 tarihli ve 114-377 sayılı kararında,
soruşturmayı genişletmeye götürecek istekler ve yeni tanıklara ilişkin dilekler konusunda, kabul veya
ret niteliğinde açık bir karar verilmesinin zorunlu olduğu, 17.10.2017 tarihli ve 16-420 sayılı kararında
ise, sanık müdafisinin sunduğu dilekçe ile dinlenmesini talep ettiği tanıkların çağrılıp çağrılmayacağı
hususunda olumlu veya olumsuz bir karar verilmesi gerektiği gözetilmeden ve çağrılmasına karar verilen
tanığın ise dinlenilmeden ya da usulüne uygun şekilde dinlenmelerinden vazgeçilmesi konusunda bir
karar verilmeden hüküm kurulmasının yasaya aykırı olduğu sonuçlarına ulaşılmıştır.
Bu açıklamalar ışığında ön soruna ilişkin olarak yapılan değerlendirmede,
Sanık Y.D. müdafisinin 11.02.2014 havale tarihli dilekçeyle, 12.02.2014 tarihinde yapılacak duruşmaya
aynı gün A. 12. Asliye Ceza Mahkemesi, A. 10. Asliye Ceza Mahkemesi ve A. 23. Asliye Hukuk Mahkemesinde
duruşmaları olduğundan katılamayacağını beyan ederek mazeretini bildirdiği, Yerel Mahkemece aynı
gün yapılan duruşmada herhangi bir gerekçe gösterilmeden 'Sanık vekilinin mazeretinin reddine' şeklinde
karar verilerek sanık ve müdafisinin yokluğunda mahkûmiyet hükmünün kurulduğu anlaşılmaktadır.
Anayasamızın 141 ve 5271 sayılı CMK’nın 34. maddeleri uyarınca bütün mahkemelerin her türlü
kararlarında olduğu gibi, sanık müdafisinin mesleki mazeretinin reddine ilişkin kararın da gerekçeli
olması ve gösterilen gerekçenin de dosya içeriğine uygun, kanuni ve yeterli gerekçe içermesi gerektiği,
mahkemelerce yasal, yeterli ve geçerli bir gerekçeye dayanılmadan karar verilmesinin kanun koyucunun
amacına uygun düşmeyeceği gibi uygulamada da keyfiliğe yol açacağında kuşku bulunmadığı, bu
bağlamda sanık müdafisinin duruşma günü başka duruşmalarının da bulunması nedeniyle oturumun
başka bir güne ertelenmesi talebine ilişkin Yerel Mahkemece herhangi bir gerekçe gösterilmeden
sanık müdafisinin mazeretinin reddine karar verilerek yokluğunda mahkûmiyet hükmü kurulmasının,
Anayasa’nın 36. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 'adil yargılanma hakkını' düzenleyen
6. maddesinin 3. fıkrasının (b) ve (c) bentlerinde yer alan hükümleri göz önüne alındığında savunma
hakkının kısıtlanması niteliğinde olduğu açıktır.
Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının değişik gerekçe ile kabulüne, Yerel Mahkeme
hükmünün saptanan bu usuli nedenlerden dolayı diğer yönleri incelenmeksizin bozulmasına karar
verilmelidir.
   YARGITAY CEZA GENEL KURULU, 28.05.2019 tarihli ve 929-460 sayılı

Benzer Konular (10)