..::Forum Adalet::..

GENEL İÇTİHAT PAYLAŞIMLARI => Yargıtay Kararları => Yargıtay Ceza Genel Kurulu Kararları => Konuyu başlatan: İçtihat - 04 Şubat 2021, 20:50:30

Başlık: YARGITAY CEZA GENEL KURULU, 12.03.2019 tarihli ve 558-185 sayılı
Gönderen: İçtihat - 04 Şubat 2021, 20:50:30
307
-2
ÖZET: 15 yaşını tamamlamayan mağdure adına kamu davasına katılma hakkının yasal temsilcisi
olan velayetinin bırakıldığı annesi şikâyetçi Y. tarafından kullanılabileceği, mağdurenin yasal
temsilcisi şikâyetçi Y. ile babası olan sanık arasındaki akrabalık bağından dolayı mağdure ile yasal
temsilcisi şikâyetçi Y. arasında menfaat çatışması bulunduğu, bu hâlde mağdurenin haklarının
korunması bakımından Medeni Kanun’un 426/2. maddesi uyarınca işlem yapılarak mağdureye
kayyım atanması sağlanıp kayyımın iradesine üstünlük tanınarak mağdurenin davaya katılıp
katılmayacağının belirlenmesi gereklidir. Bu işlemin hüküm verilinceye kadar yerine getirilmemesi
307 Kararın diğer kısmına ve delillere TCK’nın 204. maddesine ilişkin bölümde yer verilmiştir.
durumunda ise mağdureye kayyım atanması sağlanarak CMK’nın 35/2. maddesi uyarınca gerekçeli
karar kayyıma tebliğ edilmelidir.
Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken
uyuşmazlıklar, sanık hakkında eksik araştırmayla mahkûmiyet hükümleri kurulup kurulmadığının
belirlenmesine ilişkin ise de Yargıtay İç Yönetmeliği’nin 27. maddesi uyarınca öncelikle,
1) Mağdurun kovuşturma aşamasında 15 yaşından küçük olması, sanığın ise kanuni temsilcisi olan
annesi Y.’nin babası olması karşısında, haklarının korunması bakımından Medenin Kanun’un 426/2.
maddesi uyarınca mağdura kayyım atanması ve yokluğunda verilen ilk hüküm ile direnme kararına konu
hükmün kayyıma tebliğ edilmesinin gerekip gerekmediğinin,
2) 6284 sayılı Kanun’un 20/2. maddesi uyarınca Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının sanık
hakkında açılan kamu davasından haberdar edilmesinin zorunlu olup olmadığının,
Değerlendirilmesi gerekmektedir.
Kayden 09.03.2002 doğumlu mağdurenin suç tarihinde ve kovuşturma evresinde onbeş yaşını
tamamlamadığı, mağdurenin velayetinin annesi şikâyetçi Y.’ye ait olduğu,
Sanığın mağdurenin dedesi, şikâyetçi Y.’nin ise babası olduğu,
Sanık hakkında mağdureye karşı çocuğun basit cinsel istismarı ve kişiyi hürriyetinden yoksun kılma
suçlarını işlediği iddiasıyla kamu davası açıldığı,
Şikâyetçi Y. ve mağdurenin 13.01.2015 tarihli oturumda sanıktan şikâyetçi olmadıklarını ve kamu
davasına katılmak istemediklerini beyan ettikleri,
Yerel Mahkemece 13.01.2015 tarih ve .../... sayı ile sanığın atılı suçlardan mahkûmiyetine karar
verildiği, bu hükümlerin sanık müdafisi ve sanık aleyhine Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edilmesi
üzerine Özel Dairece bozulduğu,
Yerel Mahkemece bozma kararına direnilerek önceki hükümler gibi sanığın mahkûmiyetine karar
verildiği,
Sanık hakkındaki direnme kararına konu mahkûmiyet hükümlerinin sadece sanık müdafisi tarafından
temyiz edildiği,
...
Anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlık konularının birlikte ele alınmasında yarar bulunmaktadır.
...
5271 sayılı CMK’nın 'Kamu davasına katılma' başlıklı 237. maddesi,
'1) Mağdur, suçtan zarar gören gerçek ve tüzel kişiler ile malen sorumlu olanlar, ilk derece
mahkemesindeki kovuşturma evresinin her aşamasında hüküm verilinceye kadar şikâyetçi olduklarını
bildirerek kamu davasına katılabilirler.
2) Kanun yolu muhakemesinde davaya katılma isteğinde bulunulamaz. Ancak, ilk derece mahkemesinde
ileri sürülüp reddolunan veya karara bağlanmayan katılma istekleri, kanun yolu başvurusunda açıkça
belirtilmişse incelenip karara bağlanır',
'Katılma usulü' başlıklı 238. maddesi ise,
'1) Katılma, kamu davasının açılmasından sonra mahkemeye dilekçe verilmesi veya katılma istemini
içeren sözlü başvurunun duruşma tutanağına geçirilmesi suretiyle olur.
2) Duruşma sırasında şikâyeti belirten ifade üzerine, suçtan zarar görenden davaya katılmak isteyip
istemediği sorulur.
3) Cumhuriyet savcısının, sanık ve varsa müdafiinin dinlenmesinden sonra davaya katılma isteminin
uygun olup olmadığına karar verilir.' şeklinde düzenlenmiştir.
5271 sayılı CMK’nın 237. maddesinde, mağdur, suçtan zarar gören gerçek ve tüzel kişiler ile malen
sorumlu olanların, ilk derece mahkemesindeki kovuşturma evresinin her aşamasında hüküm verilinceye
kadar şikâyetçi olduklarını bildirerek davaya katılabilecekleri hüküm altına alınmış, ancak kanun yolu
muhakemesinde bu hakkın kullanılamayacağı esası benimsenmiştir. Bununla birlikte, istisnai olarak ilk
derece mahkemesinde ileri sürülüp reddolunan veya karara bağlanmayan katılma isteklerinin, kanun yolu
başvurusunda açıkça belirtilmesi hâlinde inceleme mercisince incelenip karara bağlanacağı kabul edilmiştir.
Katılma, ceza muhakemesinde mağduru, suçtan zarar göreni ya da malen sorumlu olanları koruma
araçlarından birisidir. Suçun işlenmesiyle mağdur olan ya da suçtan zarar görenlerin katılma hakkını
kullanmaya veya kullanmaya devam etmeye zorlanamayacağı açıktır. Bu itibarla mağdur veya suçtan
zarar gören kişi kamu davasına katılmak istemeyebileceği gibi, daha sonra bu hakkını kullanmaktan da
vazgeçebilecektir. Nitekim CMK’nın 243. maddesinde katılanın vazgeçmesi hâlinde, katılmanın hükümsüz
kalacağı hususu düzenleme altına alınmıştır.
Katılma hakkı niteliği itibarıyla şahsa sıkı surette bağlı haklardandır. Şahsa sıkı surette bağlı haklar
kanunda tek tek sayılmamakla birlikte genel olarak öğretide, kişinin sadece kendisinin kullanabileceği,
başkasına devredilemeyen ve miras yoluyla geçmeyen haklar olarak açıklanmaktadır. Bu tür haklar
insanın kişiliğini yakından ilgilendirdiğinden, bunların kullanılmasına karar verme yetkisi başkasına
bırakılmamıştır. Örneğin, evlenme, nişanlanma, nişanı bozma, evlat edinilmeye razı olma gibi…
Katılmanın şahsa sıkı surette bağlı bir hak olmasının bir sonucu olarak katılanın ölümüyle katılma
hükümsüz kalacaktır. Ancak mirasçıların katılanın haklarını takip etmek üzere davaya katılabilmeleri de
mümkündür.
Katılma konusunda asıl hak sahibi olan kişi suçun mağduru veya suçtan zarar görenin bizzat
kendisidir. Fakat bu hâlde suçun mağduru veya suçtan zarar görenin yaşının küçük ya da malul olması
durumunda bu hakkını kullanmasında yani fiil ehliyetinde bir sorun bulunmaktadır.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun fiil ehliyetine ilişkin hükümleri gözden geçirildiğinde, şu şekilde
hükümler bulunduğu görülmektedir.
1-Ayırt etme gücü bulunmayanların, küçüklerin ve kısıtlıların fiil ehliyeti bulunmamaktadır. (m.14)
2- Kanunda gösterilen ayrık durumlar saklı kalmak üzere, ayırt etme gücü bulunmayan kimsenin
fiilleri hukuki sonuç doğurmayacaktır. (m.15)
3- Ayırt etme gücüne sahip küçükler ve kısıtlılar, yasal temsilcilerinin rızası olmadıkça, kendi
işlemleriyle borç altına giremezler, ancak karşılıksız kazanmada ve kişiye sıkı sıkıya bağlı hakları
kullanmada bu rıza gerekli değildir. Bunun yanında ayırt etme gücüne sahip küçükler ve kısıtlılar haksız
fiillerinden sorumludurlar. (m. 16)
Katılmanın niteliği itibariyle şahsa sıkı surette bağlı haklardan olması ve Türk Medeni Kanunu’nun
anılan hükümleri birlikte gözetildiğinde, suçun mağduru olan küçük veya kısıtlı, ayırt etme gücüne sahip
ise davaya katılma veya katılmama noktasında iradesine bakılacak kişi mağdurun bizzat kendisi olup,
gerek kanuni temsilcisinin gerek görevlendirilen vekilin bu konudaki beyanının bir önemi olmayacaktır.
Ancak suçun mağduru olan küçük veya kısıtlı ayırt etme gücüne sahip değil ise, katılma ile ilgili kendisinin
iradesinin önemi bulunmamaktadır. Böyle bir hâlde, katılma konusundaki haklarını onun yerine kanuni
temsilcisi kullanabilecektir.
Nitekim 15.04.1942 gün ve 14-9 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ve Ceza Genel Kurulunun 15.02.1972
gün ve 43-50 ile 02.03.2004 gün ve 44-58 sayılı kararlarında, 'ayırt etme gücüne sahip (sezgin) küçüklerin
doğrudan doğruya kişiliklerine karşı işlenmiş bulunan suçlardan dolayı dava ve şikâyet hakkına sahip
oldukları' sonucuna ulaşılmıştır.
Yapılan bu açıklamalardan sonra ayırt etme gücünden ne anlaşılması gerektiği ve kimlerin ayırt etme
gücünün bulunduğunun belirlenmesi önem arz etmektedir.
Mülga 743 sayılı Medeni Kanun’daki 'temyiz kudreti' kelimesinin karşılığını oluşturan ayırt etme gücü,
4721 sayılı Medeni Kanun’da, yaşının küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ya
da bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmayan
herkesin ayırt etme gücüne sahip olduğu şeklinde açıklanmıştır. Öğretide genel olarak ayırt etme
gücü, 'kişilerin makul surette hareket edebilme, fiillerinin sebep ve sonuçlarını idrak edebilme yeteneğine
ayırt etme gücü denir' şeklinde tanımlanmaktadır. Medeni Kanun kişinin hangi yaştan itibaren temyiz
kudretine sahip bulunduğuna ilişkin bir sınır getirmediğinden küçüğün yaşının temyiz kudretini etkileyip
etkilemediğinin her olayın özelliğine göre ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekmektedir. Örneğin, 9 yaşındaki
ilköğretim öğrencisi bir küçüğün kırtasiyeden ihtiyacı olan kalemi satın alırken ayırt etme gücüne sahip
olduğu söylenebilecek ise de, bir ev veya araba satın almaya kalkması halinde aynı sonuca varılmayacaktır.
Ceza muhakemesinde davaya katılma bakımından ayırt etme gücü, kişinin kamu davasına katılma
veya katılmamanın doğuracağı hukuki sonuçları algılayıp makul bir seçimde bulunabilmesidir. Davaya
katılma bakımından ayırt etme gücü, mağdurun yaşı ve ayırt etme gücüne etki eden kişisel durumu
kadar, mağdura karşı işlendiği iddia olunan suçun özellik ve niteliği ile de ilgilidir.
Medeni Kanun’da ayırt etme gücü bakımından asgari bir yaş sınırı gösterilmediği gibi Ceza ve
Ceza Usul Kanunlarımızda da gerek katılma, gerekse katılma ile bağlantılı kurumlar olan şikâyet ve rıza
bakımından da asgari bir yaş sınırı kabul edilmemiştir.
5237 sayılı TCK’nun 6/1-b maddesinde, 'henüz 18 yaşını doldurmamış kişi' olarak tanımlanan çocuk
kavramının, kanun koyucu tarafından cinsel dokunulmazlığa karşı suçların düzenlendiği bölümde, 'onbeş
yaşını bitirmiş','onbeş yaşını tamamlamamış' şeklinde iki ayrı dönem olarak ele alındığı görülmektedir.
Buna göre bu bölümde 'onbeş yaşını tamamlamamış' çocuklar ile 'onbeş yaşını bitirmiş olup da onsekiz
yaşını tamamlamamış' olan çocuklara karşı işlenen cinsel suçlar farklı kategoride mütalaa edilmiştir.
TCK’nın 103/1-a maddesinde, 'onbeş yaşını tamamlamamış' olan çocuklara karşı her türlü cinsel davranış
cinsel istismar olarak tanımlanmışken, aynı maddenin (b) bendinde ise, diğer çocuklar ifadesiyle 'onbeş
yaşını bitirmiş olup da onsekiz yaşını tamamlamamış' olan çocuklar kastedilerek bunlara karşı sadece cebir,
tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir nedene dayalı olarak gerçekleştirilen cinsel davranışların
cinsel istismar suçunu oluşturabileceği kabul edilmiştir. Böylece kanun koyucu bu maddede 'onbeş yaşını
bitirmiş olup da onsekiz yaşını tamamlamamış' olan çocuklara karşı rızalarıyla işlenen cinsel davranışları
cinsel istismar suçu kapsamına almamış ve bu kategorideki çocukların rızalarına önem vermişken, 'onbeş
yaşını tamamlamamış' çocuklara karşı yapılan her türlü cinsel davranışı rızaları olsa bile çocukların cinsel
istismarı suçu kapsamına almıştır. Aynı Kanun’un 104. maddesinde de, cebir, tehdit ve hile olmaksızın,
onbeş yaşını bitirmiş olan çocukla cinsel ilişkide bulunmayı şikâyete bağlı ayrı bir suç olarak düzenlemiştir.
Yine Türk Ceza Kanunu’nun yaş küçüklüğünün ceza sorumluğuna etkisine ilişkin 31. maddesinde, 12
yaşından küçüklerin hiçbir şekilde kusur yeteneğinin olmadığı, 15 yaşından büyüklerin ise kural olarak bu
yeteneğe sahip oldukları, 12-15 yaş grubunda olanların ise kusur yeteneğinin olup olmadığına her somut
olayın özelliğine göre mahkemece karar verileceği benimsenmiştir.
Bu düzenlemelerden de hareketle ve bu konuda uygulamada oluşan tereddütlerin giderilip
yeknesak bir uygulamanın sağlanabilmesi için, herhangi bir malüllüğü bulunmayan çocukların mağdur
oldukları suçlara ilişkin olarak beyanda bulundukları tarihte 15 yaşından küçük olmaları hâlinde ceza
muhakemesinde davaya katılma bakımından ayırt etme gücüne sahip olmadıkları, 15 yaşından büyük
olmaları hâlinde ise bu yeteneğe sahip oldukları kabul edilmelidir. Nitekim Ceza Genel Kurulunun
03.06.2008 gün ve 56-156 sayılı kararında 14 yaşındaki, 27.01.2009 gün ve 145-8 sayılı kararında da
10 yaşını tamamlamayan küçüğün cinsel istismar suçunda katılma açısından ayırt etme gücünün
bulunmadığına karar verilmiştir.
Ergin olmayan küçükler anne ve babasının velâyeti altında bulunmakta, hâkim tarafından vasi
atanması gerekli görülmedikçe kısıtlanan ergin çocuklar da anne ve babasının velâyeti altında kalmaktadır.
Anne ve baba, Medeni Kanun hükümlerine göre çocuğun bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlaki ve toplumsal
gelişimini sağlamak ve korumakla yükümlü olup çocuğun aynı zamanda temsilcisidir. Üçüncü kişilere
karşı çocuğu velâyet hakkı çerçevesinde anne baba temsil etmektedir. Ancak 4721 sayılı TMK’nın 337/1.
maddesi uyarınca anne ve baba evli değilse velâyet kural olarak anneye ait olacaktır.
Anne-babanın kişilik haklarının bir parçası olan velâyet hakkı, başkasına devredilemediği gibi bu
haktan feragat da edilememektedir. Kanuni bir neden olmadıkça kaldırılamayan ve kısıtlanamayan
velâyet hakkı, sadece anne ve babaya, çocuk evlat edinilmiş ise evlat edinene tanınmıştır. Ancak bu hakta
mutlak ve sınırsız olmayıp, sınırını 'çocuğun yararı' ilkesi oluşturmaktadır.
4721 sayılı TMK’nın 'A. Kayyımlığı gerektiren hâller', 'I. Temsil' başlıklı 426. maddesi,
'Vesayet makamı, aşağıda yazılı olan veya kanunda gösterilen diğer hâllerde ilgilisinin isteği üzerine veya
re’sen temsil kayyımı atar:
1. Ergin bir kişi, hastalığı, başka bir yerde bulunması veya benzeri bir sebeple ivedi bir işini kendisi
görebilecek veya bir temsilci atayabilecek durumda değilse,
2. Bir işte yasal temsilcinin menfaati ile küçüğün veya kısıtlının menfaati çatışıyorsa,
3. Yasal temsilcinin görevini yerine getirmesine bir engel varsa.' şeklinde düzenlenmeyle küçüğün yararı
ile kanuni temsilcinin yararı arasında çatışma bulunduğu hâllerde temsil kayyımı atanması gerektiği
hüküm altına alınmıştır.
Mağdurun kanuni temsilcisinin, mağdura karşı işlenen suçun sanıklarından birisi olması veya
sanıkla arasında akrabalık ilişkisi bulunması gibi kanuni temsilcinin menfaati ile küçüğün veya kısıtlının
menfaatinin çatışması durumunda Medenin Kanun’un 426. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca işlem
yapılmalı ve kayyım atanması sağlanmak suretiyle, kayyımın iradesine üstünlük tanınarak mağdurun
davaya katılıp katılmayacağı sorunu çözümlenmelidir.
...
5271 sayılı CMK’nın 'Suçun mağduru ile şikâyetçinin çağırılması' başlıklı 233. maddesinin 1. fıkrası,
'Mağdur ile şikâyetçi, Cumhuriyet savcısı veya mahkeme başkanı veya hâkim tarafından çağrı kâğıdı ile çağırılıp
dinlenir' şeklinde düzenlenmiş olup, bu hüküm uyarınca mağdur ve şikâyetçinin, soruşturma aşamasında
Cumhuriyet savcısı, kovuşturma aşamasında ise mahkeme başkanı veya hâkim tarafından usulüne uygun
olarak çağrılıp dinlenmesi gerekmektedir. Katılma hakkı olan gerçek veya tüzel kişinin şikayet hakkının da
olduğu, diğer bir deyişle katılma hakkının şikâyet hakkını da içerdiği hususunda hiçbir kuşku yoktur.
5271 sayılı CMK’nın mağdur ve şikâyetçinin haklarını düzenleyen 'Mağdur ile şikâyetçinin hakları'
başlıklı 234. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi,
'Kovuşturma evresinde,
1. Duruşmadan haberdar edilme,
2. Kamu davasına katılma,
3. Tutanak ve belgelerden örnek isteme,
4. Tanıkların davetini isteme,
5. Vekili bulunmaması halinde, cinsel saldırı suçu ile alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren
suçlarda, baro tarafından kendisine avukat görevlendirilmesini isteme,
6. Davaya katılmış olma koşuluyla davayı sonuçlandıran kararlara karşı kanun yollarına başvurma'
şeklinde olup, buna göre mağdur ile şikâyetçinin kovuşturma evresinde, duruşmadan haberdar
edilme, kamu davasına katılma, tutanak ve belgelerden örnek isteme, tanıkların davetini isteme, vekili
bulunmaması hâlinde, cinsel saldırı suçu ile alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlarda,
baro tarafından kendisine avukat görevlendirilmesini isteme ve davaya katılmış olmak şartıyla davayı
sonuçlandıran kararlara karşı kanun yollarına başvurma haklarının bulunduğu hüküm altına alınmıştır.
Anılan maddenin birinci fıkrasının (b) bendinin açık düzenlemesinden de anlaşılacağı üzere,
duruşmadan haberdar edilme kanun koyucu tarafından, mağdur ve şikâyetçi için kovuşturma aşamasında
kullanılabilecek bir hak olarak düzenlenmiştir. Buna göre, mağdur ve şikâyetçiye veya vekillerine usulüne
uygun tebliğ işlemi yapılmadan 'duruşmadan haberdar edilme' hakkının kullandırıldığından bahsetmek
mümkün değildir. CMK’nın 234. maddesi uyarınca bu hakkın kullandırılmaması kanuna aykırılık
oluşturacaktır.
Anayasa’nın 40. maddesinde yer alan hak arama hürriyeti ile yakından ilişkili olan CMK’nın 'Kararların
Açıklanması ve Tebliği' başlıklı 35. maddesi,
'(1) İlgili tarafın yüzüne karşı verilen karar kendisine açıklanır ve isterse kararın bir örneği de verilir.
(2) Koruma tedbirlerine ilişkin olanlar hariç, aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek hâkim veya
mahkeme kararları, hazır bulunamayan ilgilisine tebliğ olunur.
(3) İlgili taraf serbest olmayan bir kişi veya tutuklu ise tebliğ edilen karar, kendisine okunup anlatılır.'
şeklinde düzenlenmiştir.
Görüldüğü gibi temyiz incelemesinin yapılabilmesi için, temyiz kanun yoluna başvuru hakkı
bulunanların kararı tefhim veya tebliğ yoluyla öğrenmelerinin sağlanması kanuni bir mecburiyettir.
5271 sayılı CMK’nın kanun yollarına başvurma hakkını düzenleyen 260. maddesinin birinci fıkrası ise,
'(1) Hâkim ve mahkeme kararlarına karşı Cumhuriyet savcısı, şüpheli, sanık ve bu Kanuna göre katılan sıfatını
almış olanlar ile katılma isteği karara bağlanmamış, reddedilmiş veya katılan sıfatını alabilecek surette suçtan
zarar görmüş bulunanlar için kanun yolları açıktır' hükmünü içermektedir. Bu düzenlemenin amacı, ayrıntıları
yukarıda açıklanan duruşmadan haberdar edilme hakkının kullandırılmaması suretiyle CMK’nın 234.
maddesinin ihlal edilmesi durumunda anılan hukuka aykırılığın telafisine imkân sağlamaktadır. Bu emredici
düzenleme nedeniyle temyiz mahkemesince, temyiz davasının görülmesine başlamadan önce ilgililerin
tümünün davadan ve hükümden haberdar olup olmadığının denetlenmesi, kararı usulüne uygun şekilde
öğrenmelerinin sağlanması ve müteakiben inceleme yaparak kanun yoluna başvuru hakkını da içeren
adil yargılama ilkesine işlerlik kazandırılması gerekmektedir. Buna göre, duruşmadan haberdar olmayan
mağdura, şikâyetçiye veya suçtan zarar görene gerekçeli kararın tebliğ edilmesinden sonra, hükmün temyiz
edilmesi durumunda CMK’nın 260. maddesi uyarınca 'katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar gören'
sıfatı ile temyizi incelenecek, ancak katılma hakkının kanundan doğmuş olması halinde CMK’nın 233 ve 234.
maddelerine aykırı davranılması gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verilemeyebilecektir.
Konumuzla ilgisi bakımından temyiz talebi ve süresi üzerinde de durulmasında fayda bulunmaktadır.
5320 sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca karar tarihi itibarıyla uygulanması gereken 1412 sayılı
CMUK’un 310. maddesi, 'Temyiz talebi, hükmün tefhiminden bir hafta içinde hükmü veren mahkemeye bir
dilekçe verilmesi veya zabıt katibine yapılacak beyanla olur. Beyan tutanağa geçirilir ve tutanak hakime tasdik
ettirilir' şeklindedir.
Olağan kanun yollarından olan temyiz incelemesinin yapılabilmesi için bir temyiz davasının açılmış
olması gerekir. Temyiz davasının açılabilmesi için de aranan iki şartın birlikte gerçekleşmiş olması gerekir.
Bunlardan ilki süre, ikincisi ise istek şartıdır.
Anılan maddede temyiz süresinin yüze karşı verilen kararlarda hükmün tefhimi ile, yoklukta
verilen kararlarda ise tebliğle başlayacağı, bir hafta içinde hükmü veren mahkemeye veya bir başka
yer mahkemesine verilecek dilekçe ile ya da zabıt kâtibine yapılacak beyanla temyiz talebinin
gerçekleştirilebileceği, bu takdirde beyanın tutanağa geçirilerek hâkime onaylatılacağı belirtilmiştir.
Bu bilgiler ışığında ön sorunlara ilişkin uyuşmazlık konuları birlikte değerlendirildiğinde,
...
15 yaşını tamamlamayan mağdure adına kamu davasına katılma hakkının yasal temsilcisi olan
velayetinin bırakıldığı annesi şikâyetçi Y. tarafından kullanılabileceği, mağdurenin yasal temsilcisi
şikâyetçi Y. ile babası olan sanık arasındaki akrabalık bağından dolayı mağdure ile yasal temsilcisi şikâyetçi
Y. arasında menfaat çatışması bulunduğu, bu hâlde mağdurenin haklarının korunması bakımından
Medeni Kanun’un 426. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca işlem yapılarak mağdureye kayyım atanması
sağlanıp kayyımın iradesine üstünlük tanınarak mağdurenin davaya katılıp katılmayacağının belirlenmesi
gereklidir. Bu işlemin hüküm verilinceye kadar yerine getirilmemesi durumunda ise mağdureye kayyım
atanması sağlanarak CMK’nın 35. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca gerekçeli karar kayyıma tebliğ
edilmelidir. Ancak Yerel Mahkemece mağdureye kayyım atanması sağlanmamıştır.
Yukarıda ayrıntılı olarak açıklanan tespitler karşısında, … mağdureye atanacak olan kayyımın katılma
haklarını kullanabilmeleri amacıyla, öncelikle mağdureye kayyım atanmasının sağlanması daha sonra
ise yokluğunda verilen 13.01.2015 ve 01.12.2015 tarihli kararların mağdureye atanacak kayyıma, …
tebliğinin sağlanarak yasal temyiz süresinin başlatılması, kararın … kayyım tarafından tarafından temyiz
edilmemesi durumunda dosyanın Ceza Genel Kuruluna gönderilmesi, ... kayyım tarafından temyiz
edilmesi durumunda ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca ek tebliğname düzenlenmesi sağlanıp
temyiz istemlerinin birlikte ve tek seferde incelenerek temyiz davasının sonuçlandırılması gerekmektedir.
Bu itibarla dosyanın, öncelikle mağdureye kayyım atanmasının sağlanarak atanacak kayyıma
13.01.2015 ve 01.12.2015 tarihli gerekçeli kararların, . tebliğ edilmesi için Yerel Mahkemeye gönderilmek
üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına tevdi edilmesine karar verilmiştir.
...
   YARGITAY CEZA GENEL KURULU, 12.03.2019 tarihli ve 558-185 sayılı